Türkiye’nin Denizcileşmesi
Ülkemizde son dönemlerde, deniz ve denizcilikle ilgili durumsal farkındalığın gelişmeye başladığını söyleyebiliriz. Çoğunlukla İstanbul’da olmak üzere, denizciliğe ait değişik konularda seminerler, paneller, sergiler düzenlenmekte ve medyada konuya ait birçok makale ve röportaj yazıları eskiye göre daha fazla yer almaktadır. Bu tabi ki, çok sevindirici bir gelişme. Duyurular arttıkça, duyargalar da harekete geçecektir. Türkiye bir deniz ülkesidir. Denizin ülkemize sağlayacağı ekonomik ve endüstriyel imkanların boyutlarını çok daha sık bir şekilde gündeme getirmemizin, biz eski ve yeni denizcilerin en büyük görevi oluğunu ifade etmek istiyorum. Denizden, deniz yetki alanlarımızdan ve sahillerimizden sağlanacak katma değerin ve refahın artırılması için deniz ticaret filomuz, limanlarımız, tersanelerimiz ve deniz eğitim müesseselerimiz başta olmak üzere toplam deniz gücümüzün en azından bir kısmını harekete geçirmenin tam zamanı olduğunu düşünüyorum. Tabi ki yüksek ideallerin ve hayallerin başarılabilmesi için geniş halk kitlelerinin desteği ve meselelere bakışı önem arz etmektedir. Buradaki temel mesele, deniz farkındalığının ve denizciliğin halk nazarında nasıl bir karşılık bulduğudur. Bunun için tabana yayılan bir deniz politikasının temel alınması gerektiğini değerlendiriyorum. İsmiyle müsemma kendine münhasır bir Denizcilik Bakanlığının var edilmesi, toplum nazarında deniz farkındalığının artırılmasını sağlayacak en mühim bir çare olarak ortada durmaktadır.
Neden mi?
Meseleyi sadece ticari ve askeri önemi dahilinde görüp; insanlardan, anlamadığı ya da hayatlarının içerisinde olmayan, sadece yaz tatillerinde eğlendiği ve boyu kadar derinliklerde serinlediği bir ortamın ötesiyle ilgili farklı kavramları ve teknik sorunları bilmesini bekleyemeyiz. Deniz, sosyal hayatımızın içinde ve bir parçası olmadıkça, denizciliği milli bir ülkü haline getirmemiz oldukça zor olacaktır. Diğer yandan, makul ekonomik karın dışındaki büyük rant heveslerinin, insanlarımızı denizden nasıl uzaklaştırdığını görmek için bile sadece ülkemizdeki marinalara bakmak yeterli olacaktır. Örneğin, küçük bir deniz kentinde sahilin büyük bir bölümünü kapatacak şekilde bir marina yapıp, marinanın çevresini de tel örgülerle çevirerek halkın deniz kıyısında gezmesine bile mani olursanız, marinanız ne kadar mükemmel olursa olsun, sadece mutlu bir azınlığa hizmet etmiş olursunuz. Bahse konu mutlu azınlıktan gelecek yerli para ve dövizin ülke ekonomisine katkı sağlayacağını söylemek ise birbirimizi kandırmanın ötesine geçmeyecek bir ironi olacaktır. Üstelik bu marinalardan orta sınıfın faydalanabilmesi de ekonomik olarak mümkün değildir. Sahili ve denizi kullanamayan insanlardan, ülkemizi çevreleyen denizlerimizde münhasır ekonomik bölge, kıta sahanlığı ve kara suyu gibi problemlerimizi yeterince anlamasını beklemek de haksızlık olacaktır. İçinde bizatihi olmadığınız bir ortamın sorunlarını tam olarak bilmeniz mümkün değildir.
Devlet mekanizmasına böyle bir dişli nasıl ilave edilecek?
Sorun sadece ekonomik değildir. Meselenin temeli kültüreldir. Temel bir deniz kültür politikası, kurulması arzu edilen olası bir Denizcilik Bakanlığının otoritesi ve konsantrasyonu ile olabilir. Bir diğer sorun ise devlet mekanizmasına böyle bir dişlinin nasıl ilave edileceğiyle ilgilidir. Çünkü devletimiz ne kadar denizcidir gibi bir başka soruyu da sormamız gerekmektedir. Bir gemide gemi adamı olabilmenin şartları kanun ve yönetmeliklerde sıralanırken, olası böyle bir bakanlığın her kademesinde çalışacak kişiler için de benzer şartlar aranacak mıdır ya da halihazırdaki mevcut kurumlarda aranmakta mıdır?
Diğer yandan bahse konu bakanlık olsa da olmasa da, sivil girişim ve inisiyatiflerin denizciliğimize olan katkıları da yadsınamaz. Bunların bir kısmı, makalenin başında da belirttiğim üzere, farkındalığın artırılmasına yardımcı olacak çok güzel çalışmalar yapmaktadırlar. Örneğin, denizin farklı konularında, seminerler, konferanslar ya da çalıştaylar düzenlemektedirler. Ancak bir kısım kulüp, oda, dernek, ya da platformlardaki eğitici faaliyetlerde, şahsi olarak gözlemlediğim, katılımcı belirlenmesindeki elitist politikaların yeniden gözden geçirilmesinin faydalı olacağını değerlendiriyorum. Bu tip yerler herkesi kapsayıcı olurlarsa, o zaman tabana ulaşma başarısı gösterilebilir. Ancak bunların bir kısmındaki katılımcılar genellikle üst düzey bürokratlar, üniversite öğretim üyeleri, meslek erbapları, bir kısım sanatçılar ve tanınmış simalar olmaktadır. Bunlara bir itirazım yok. Fakat bu meselelerin sadece entellektüeller arasında tartışılır bir halden çıkarılması gerektiğini değerlendiriyorum. Sorun ve çözümleri yalnızca çalışma sonucu bildirileriyle tabana yayamayacağımızı düşünüyorum. Örneğin katılımcılar arasına, konuların seviyeleri de dikkate alınarak, mutlaka bir kısım orta öğrenim, lise öğrencileri ve öğretmenlerinin de dahil edilmesi düşünülebilir. Hatta okullara gidilebilir. Deniz sporları teşvik edilebilir. Bu misyonu gönüllü olarak yüklenecek birçok denizci meslektaşımın olduğunu değerlendiriyorum. Bununla birlikte, konuyla ilgisi olmayan farklı meslek gruplarından kişiler de bu tip faaliyetlere davet edilebilir. Özellikle, dere/nehir yataklarından deltalara kadar akıtılan ve oradan denize karışan fabrika atıklarının kirliliğe sebep olduğu bölgelerdeki işletmelerin CEO ve yöneticilerinin de bu tarz eğitim faaliyetlerine iştirakinin sağlanmasına yönelik girişimler değerlendirilmelidir. Gerektiğinde bir balıkçı da dinlenmelidir. Çok farklı sonuçlar çıkabileceğine eminim. En son yapılan Deniz Ticaret Odası seçimlerinde kazanan tarafın kampanya süresince kullandığı slogan, herkesin bir şeyler söyleme ihtiyacına cevap verir nitelikteydi: ‘‘Hepimizin Odası’’. Bu yerinde bir slogandı. Çünkü mesele hepimizin meselesiydi ve herkesin söylemek istediği bir şeyler vardı.
‘‘Geldikleri gibi giderler’’
Genç bir deniz subayı iken Finlandiyalı bir meslektaşım teknem olup olmadığını sormuştu. Olmadığını söylediğimde ise çok şaşırmıştı. Ekonomik şartların ağırlığı, sosyal hayatım içinde denize ayıracak zamanı ve bütçeyi sağlamama engel olmaktaydı. Aslında bir tekne almanız da sorunları çözmüyor, bağlama ve barınma sorunları karşınıza çıkıyor. Devletten, odalardan, kulüplerden ve değişik platformlardan aradığını bulamayan bir kısım tekne sahibi amatör denizcilerin bir araya gelip kurdukları dernekler de var. Ben de bunlardan birinin üyesiyim. Amatör de olsa insanların denizle ilgili sorunlarına sahip çıkmaya başladığını görmek beni çok heyecanlandırmıştı. Alttan gelen bir kısım taleplerin üstte karşılığını bulması kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Örneğin üyesi olduğum dernek geçtiğimiz yaz başında amatör teknelerin barınması ve barınaklar konusunda taslak bir kanun teklifi hazırlayarak önemine binaen Başbakanlığa gönderdi. Bir başka güzel çalışma ise denizde insan ve tekne kurtarma ile ilgili yardım faaliyetleri düzenleyen sivil organizasyonlardır. Farklı meslek gruplarından kişilerin, kısa bir eğitim ile lastik botlar kullanarak gerçekleştirdikleri faaliyetler, deniz kültürünün tabana yayımının en güzel örneğidir. Üstelik bu faaliyetler için büyük kişisel bütçelere de ihtiyaç bulunmamaktadır. Diğer yandan, Atatürk’ümüzün ‘‘Geldikleri gibi giderler’’ sözünü söylediği Kartal botunun yıllar sonra bulunup, aslına sadık kalınarak bakım, onarım ve restorasyonunun yine bir sivil girişim eliyle yapılmaya çalışılmasıdır. Kaderimizi değiştiren bu sözlerin söylendiği tekne, dilerim ki, İstanbul’da herkesin görebileceği sahil kenarı güzel bir yerde sergilenme imkanı bulur.
‘‘18 keçinin otladığı kaya parçası için savaş mı yapalım ?...’’
Sonuç olarak, denizle ilgili ticari, hukuki, kültürel, eğitim, teknik ve yaşamsal her türlü soruna çare bulma yeteneğine haiz bir Denizcilik Bakanlığı ülkemiz için elzemdir. Sivil organizasyonlarla da desteklenecek resmi bir idari yapının karmaşık sorunları halledeceği aşikardır. Ancak ana mesele Türk milletinin denizci yeteneklere sahip olmasıdır. Milli ekonomimize büyük katkılar sağlayabilecek denizciliğimizi halkımızın sosyal alanı ve yaşamı içine sokabilecek tedbirleri almak zorundayız. Böyle olduğu takdirde denizlerimize ve denizdeki sorunlarımıza top yekun bir sahiplenme sağlanabilir. Denizin bize sağlayabileceği zenginliklerin farkında olmamız durumunda ise; ‘‘…18 keçinin otladığı kaya parçası için savaş mı yapalım ?...’’ diye ifade edilen öngörüsüzlükleri de daha iyi değerlendirebilir, neleri düşünmememiz gerektiği kapsamında bize dikte edilen hususların tespiti konusunda daha uyanık kalabiliriz. Karamsarlığa hiç gerek olmadığını düşünüyorum. Türk denizciliğinin milli kalkınmaya çok büyük faydalar sağlayacağı bilinmektedir. Yeter ki, meseleyi hepimizin meselesi olarak görelim ve sahip çıkalım. Yukarıda sıraladığım olumlu örneklerin, önümüzdeki dönemde daha da artacağına inanıyorum.
Paragon Teknoloji A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı