Refah Vapuru Faciası (Devamı)

 Refah Vapuru’ndan kalan bir filika, Deniz Kuvvetleri komutanı olduğu yıllarda Oramiral Metin Ataç’ın kurdurduğu Mersin Deniz Müzesi’nde sergilenmekte.

Abone Ol

Refah Vapuru Faciası’na doğru bir tanıklık

Gamma’nın ünlü sualtı komandosu Lugi Ferraro, FRefah Vapuru Mersin’den sefere hazırlanırken, Mersin’e gelmişti. Kimse farkında bile olmadı.

Bir başta tarafta; Denizaltıcı Yarbay Zeki Işın Deniz Müsteşarı Tümamiral Mehmet Ali Ülgen’in makamında 20 Haziran 1941, cuma sabahı çok erken saatlerde Ankara’ya vardıktan sonra, kafileyi Deniz Kuvvetlerine ait muhtelif birliklerin yatakhanelerine yerleştirdiler. Kafile komutanı Yarbay Zeki Işın, Ankara’da yaptığı görüşmelerde Refah şilebi hakkında daha fazla bilgi edindikçe, artık durmaz olmuştu. Deniz Müsteşarı Tümamiral Mehmet Ali Ülgen’i ziyaret amacıyla makamına çıktı. Aralarında geçen konuşma son derece gergin bir havada ve askerliğin verdiği disiplin, emir komuta anlayışını zorlayacak hudutlarda geçti.

Yarbay Zeki Işın: “Sayın Komutan kafileyi götürecek gemi olarak Refah şilebi seçilmiş. Bu geminin son derece bakımsız ve yetersiz olduğu biliniyor. Bizi Akdeniz’de savunmasız yola çıkartmak, göz göre göre ölüme göndermek olacaktır!” deyince, Amiral Mehmet Ali Ülgen’in gözleri yerinde fırlayacakmış gibi oldu.

-Dünya savaşın içerisindeyse biz tarafsız bir ülkeyiz. Ayrıca yarbayım Bakanın emri son derece anlaşılır şekilde size ulaşmış olmalıdır. Benim için yapılacak olan bu emrin ifasından ibarettir.

Yarbay Zeki Işın, körü körüne itaatin gerçekleri örtbas etmeyeceğini işaret ederek:

-Sayın Komutan, Bakan denizcilikten, savaş ortamında denizlerdeki koşullardan haberdar değildir. Bu son derece belirgin bir gerçek! Asker nakledecek gemiler hazırlık yöntemleri çok farklı olduğu halde, içerisinde hatta yeterli tuvaletleri bile olmayan, can kurtarma filikaları bakımsız ve tamamıyla yetersiz bir yük gemisine doldurulmamızı nasıl haklı sayabilirler. ‘Sayın Komutanımız Deniz Müsteşarı olarak sizin uyarmanız gerekir diye düşünüyorum’ deyince, Amiral Ülgen, hiddetlenerek elini masanın üzerine vurdu.

-Sen ne hakla böyle hitap ediyorsun asker! diye kükredi. Yarbay Zeki Işın, heyecanla konuşmaya devam ediyordu:

-Sayın Komutanım, Refah bir şilep ve yara savunma bölmeleri yok. Gemiye bir hücum bulsa bir taş gibi batar gideriz. Bizi koruyacak karakol gemileri de verilmiyormuş.

Refah şilebini her ne bahasına denize açılmaya zorlayan Tuğamiral Mehmet Ali Ülgen. (Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak merasim üniformasıyla) Kaynak: İstanbul Deniz Müzesi Arşivi.

Sayın Komutan, Bakan’a bu şilebin personel nakletmek için son derece elverişsiz bir gemi olduğunu bir kez daha hatırlatmanızı arz ediyorum. Amiral Ülgen, Yarbay Işın’ın tavrından son derece rahatsız olmuş bir tavırla:

- Bakanın kesin emrini aldınız ve size de bu emri tekrarlıyorum. Vakit geçirmenin hiçbir manası yoktur. Yarbay Zeki Işın yeniden tehlikeyi anlatmaya çalışarak “Sayın Komutan, emre uymak bir askerin en kutsal görev anlayışıdır. Fakat bizi Bakan emretti diye böylesine elverişsiz koşullardaki bir şileple sevk etmek, yüzde yüz her türlü tehlikeyi başından kabullenmek olur. Bu çok ağır bir sorumluluk olmalıdır. Bizi ölüme gönderiyorsunuz. Bu hususu ısrarla tekrarlıyorum. Siz bu şilebin durumunu muhakkak biliyorsunuz. Amiralim, insan hayatını çok ciddi şekilde tehlikeye atamazsınız.” dedi. Kısa bir sessizlik oldu. Yarbay Zeki Işın, yorulmuştu ve daha sakin bir sesle: -Eğer mutlaka denizden gönderilmesi isteniyorsa, bu hurda şilep yerine bir başka gemi Refah şilebini her ne bahasına denize açılmaya zorlayan bulunabilir inancındayım. Ayrıca bu gemiyi gerektiğinde güvence altına alacak bir karakol gemisi de görevlendirilmelidir. Amiral Ülgen taş gibi duruyor ve keskin gözlerle Yarbay Zeki Işın’a bakıyordu. Adeta bir savaş suçlusu ilan etmeye hazırdı.

Yarbay Zeki Işın, amiralden medet umarken, şiddetli bir dirençle karşılaşmış olmaktan şaşkındı. Baktı ki, karşısında taşlaşmış biri var; “Günahtır Amiralim!” diye isyan etti. “Port Said’deki İngiliz kafilesine yetişelim diye bizi böylesine hazırlıksız bir şekilde denize atmak, zaten oraya ulaşmamızı imkansız kılacaktır. Port Said’den hareket edecek ikinci bir kafileye yetişmemiz bize hiçbir şey kaybettirmez. Zaten her kafile konvoylardan oluşuyor. Ticaret gemilerinden oluşan konvoy biliyorsunuz çok güçlü savaş gemileri tarafından eskort ediliyor. Biz bu kafileye yetişelim diye, bir şilebe doldurulup Akdeniz’e salınmak isteniyoruz.”

Artık coşmuş, anlatıyordu:

-Amiralim, İngilizlerin sık sık konvoyları Port Said’den hareket etmekte.

Gv.Yb.Zeki Işın

Eğer yeterli şekilde donatılmış bir vapurla ve eskort gemisi eşliğinde yola çıkarsak, bir şey kaybetmeyiz. Ama tüm bu canları kurtarmış oluruz. Amiral Mehmet Ali Ülgen’in yüzündeki her değişimi anlamaya çalışıyordu. -Günahtır Amiralim, bunca yuvayı acılara gark edeceksiniz. Ayrıca, İngiltere’den gelen bilgiler denizaltıların daha hazır olmadığı yönünde, Kafile oraya varsa bile ne kadar bekleyeceğimiz de belli değil. Artık konuşmanın son saniyelerine gelmişlerdi.

Amiral Ülgen iyice kızmıştı ve birden, Yarbay Zeki Işın’ın konuşmasını engelleyerek:

-Boşuna konuşuyorsunuz. Görevden kaçıyorsanız, onu bilemem! Ama verilen emri aldınız ve Refah’la hareket edeceksiniz. Derhal Mersin’e iltihak etmenizi emrediyorum! Hem de derhal! Dedi. Yarbay Işın ayaklarının üzerinde derin bir ruh bunalımına girmiş ve titriyordu:

-Komutanım, kimse bu vatan için verilen görevden kaçmaz. Bizler canımızı vatana adadık. Ama boşuna kurban etmek için değil. Kafileye seçilen subaylar, astsubaylar ve erlerin her biri seçilerek göreve ayrıldılar. Subaylar ve astsubaylar son derece başarılı olanlardan seçildiler. Onları kurban verirsek, yerleri bu savaş koşullarında kolay kolay doldurulamaz deyince, Amiral Ülgen kesip attı:

-Konuşmamız bitmiştir. Emrediyorum size! Bir bahriyeliden beklenmeyecek bir sertlikle ve “Siz” yerine “Sen” kelimesini kullanarak bağırdı:

-Daha ne istiyorsun be adam? Seni kıta süreni kesintiye uğratmadan kafile komutanı olarak gönderiyorum. Daha ne istiyorsun? Eğer sen bu grevi yapamayacaksan, yazarsın dilekçeni. Bu resmen bir tehditti ve Türkiye ne kadar tarafsız bir ülke de olsa, savaş koşullarında vatan görevinden kaçmak gibi çok ağır bir suçlamayı içeriyordu.

Bizi ölüme gönderiyorsunuz.

Bir asker olarak yapılabilecek olan her şey konuşulmuştu. Amiral Mehmet Ali Ülgen’in karşısında daha da dik duruşa geçti:

-Emredersiniz komutanım. Emredersiniz, emirleriniz ifa edilecektir, dedi ve biraz duralayarak, kuşkusuz en yaralayıcı sözünü söyledi: “Her şeye rağmen arkamızda kalacak yetimlerimize acıyın, bize değil. Ben bizi ve bu insanları ölüme gönderiyorsunuz diyorum. Müsaadenizle Amiralim!”

Birkaç gün sonra tüm vicdanları perişan edecek bu tarihi konuşma, Yarbay Zeki Işın’ın kardeşi Fethi Işın’a gönderdiği son mektubunda yer almıştır. Yarbay Zeki Işın kapıya doğru adım atarken kapı açıldı ve İngiliz Deniz Ateşesi Yüzbaşı O’Connel, Yüzbaşı Ata Nutku ile birlikte içeriye girdi.

Ata Nutku, güçlü İngilizcesi nedeniyle tercümanlık yapıyordu. Yarbay Zeki Işın bir anlık geri kalmıştı. İngiliz Deniz Ateşesi, Amiral Mehmet Ali Ülgen’e dönerek, bir münakaşa olup olmadığını sordu. Ardından, “Galiba bu gemiyle gitmek istemiyorlar. Ben kafiledeki diğer personelle konuştum. Çekiniyorlarmış!” deyince, Yarbay Zeki Işın, bir Türk subayının korkaklıkla suçlanması gibi bir kanıya kapılarak, sert bir ifadeyle:

-Kanaatiniz tamamıyla yanlış. Biz askeriz, gerekirse ölüme gideriz. dedi ve beklemeden odadan ayrıldı.

Donanma Komutanı Koramiral Şükrü Okan devreye giriyor

Refah’la ilgili bilgiler Donanma Komutanlığı’na da akmaktaydı. Gölcük’te Rauf Bey Köşkü olarak bilinen yarı ahşap köşkteki makamında Koramiral Şükrü Okan kurmay başkanıyla durumu gözden geçirerek, Milli Savunma Bakanlığı’na kafilenin güven altında seyahat yapabilmesi için Donanmanın üzerine düşecek görevi üstlenmeye hazır olduğunu içeren bir mesaj gönderdi. Fakat Milli Savunma Bakanlığı’ndan Donanma Komutanlığı’na dahi cevap verilmedi. Ortada İngiltere’ye gönderilmek üzere bir şilebe doldurulmak istenen subaylar, astsubaylar, erler ve hatta öğrenciler vardı. Ama yine ortada yazılı bir emir alışverişi bulunmuyordu. Çok önemli bir makam olan Donanma Komutanlığı bile pas geçilmişti. Koramiral bir hafta sonu İstanbul Erenköy’deki evinden Ankara’ya Denizcilik Müsteşarı Tümamiral Mehmet Ali Ülgen’e telefon açtı. Konuşmaları sırasında:

-Ülgen Amiralimiz kafileye seçtiklerimiz çok güzide denizaltıcılarımız. Yine eminim en değerli havacı subaylar da aynı kafilede yer alıyor. Ben çok ciddi tereddüt içerisindeyim. Bu çocukları hiçbir savunmaya almadan yollamak çok yanlış olacaktır deyince, Tümamiral Ülgen ona da cevabını verdi: “Biz de biliriz senin kadar!”

Buz gibi bir soğuk iliklerine işledi. Sessizlik ölümün kapkara siyahıyla örtülmüş gibiydi. Karşısındaki telefon ahizesinin hiddetle kapanışını anlatan tok bir ses duydu. Elinde tuttuğu telefon ahizesini güçlükle bıraktı. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Eşi Nadire Hanım tanık olduğu felaketi anlatırken, zorlanıyordu ve o koskoca bir Donanma Komutanı değil de, annesinin göğsüne sığınmak isteyen bir çocuk kadar yalnızlık içerisindeydi. Aslında hepsinin sadece üç günlük ömürleri kalmıştı.

Toros Ekspresi’yle Adana’ya hareket Ankara’da onlara soluk bile aldırılmadı. Aynı günün akşamı, Mersin’e doğru yola çıkmak üzere Toros Ekspresi’ne binmeleri emredildi. Kafileye doğruca Merkez Bankası’na giderek yolluklarını almaları için bile son derece kısıtlı zamanları kalmıştı. Merkez Bankası’nın mesaisini tamamlayarak kapandığı belirtildi. Fakat nasıl olduysa, gelen bir talimatla Merkez Bankası’nın bir kapısı açıldı ve Refah Kafilesi içeri alındılar. Saat 19.00’u geçiyordu. Gişenin önünden birer birer geçtiler. Subaylar bin lira, erbaşlara beş yüz lira olarak tahakkuk ettirilen yollukların kırk dolarlık kısmı Amerikan doları olarak ödenmişti. Merkez Bankası’ndan sonra eşyalarını almak için karargah içindeki koğuşlara döndüler. Eşyalarını topladıkları sırada vakit artık gecenin on birini gösteriyordu. Doğruca Ankara Garı’na getirildiler. Toros Ekspresi’yle Adana’ya hareket Ankara’da onlara soluk bile aldırılmadı. Aynı günün akşamı, Mersin’e doğru yola çıkmak üzere Toros Ekspresi’ne binmeleri emredildi. Kafileye doğruca Merkez Bankası’na giderek yolluklarını almaları için bile son derece kısıtlı zamanları kalmıştı. Merkez Bankası’nın mesaisini tamamlayarak kapandığı belirtildi. Fakat nasıl olduysa, gelen bir talimatla Merkez Bankası’nın bir kapısı açıldı ve Refah Kafilesi içeri alındılar.

Saat 19.00’u geçiyordu. Gişenin önünden birer birer geçtiler. Subaylar bin lira, erbaşlara beş yüz lira olarak tahakkuk ettirilen yollukların kırk dolarlık kısmı Amerikan doları olarak ödenmişti. Merkez Bankası’ndan sonra eşyalarını almak için karargah içindeki koğuşlara döndüler. Eşyalarını topladıkları sırada vakit artık gecenin on birini gösteriyordu. 6

Doğruca Ankara Garı’na getirildiler. Yarbay Zeki Işın, Gar’da kendilerini yalnız bırakmayan arkadaşlarına vagonun penceresinden uzanarak:

-Tıpkı Ertuğrul Firkateyni’ni Japonya’ya yollayan zihniyet bizlere de uygulanıyor. Bizi Refah gibi köhne bir şileple savaşın ortasına bırakıyorlar. Ertuğrul Faciası’ndan elli yıl sonra bir felakete sevk ediliyoruz. dedi.

Biraz durduktan sonra sebep olanları lanetleyen bir bakışla devam etti: “Elli senedir demek bu felaket aklımızı başımıza getirmeye yetmemiş. Talihimize küselim.”

Arkadaşları ona moral vermeye çalışırken, ayrılmak vakti de saniyelerle yaklaşıyordu. Toros ekspresi, 21 Haziran 1941 Cumartesi günü gecenin ilk dakikalarında Ankara’da derin soluklarla hareket etmişti. Giderek konuşmalar azaldı ve eskimiş raylar üzerinde sallanarak ilerleyen trenin loş aydınlığında derin bir uyku başladı. Günün ilk ışıklarında uyananlar, bitmek bilmeyen saatler boyunca, Toros’ları aşarak, Çukurova düzlüğüne doğru alçalan kara trende kurbanlık koyunlar gibi Akdeniz’e yol aldılar.

21 Haziran 1941 Cumartesi günü Saat 15.10’u gösterirken Toros Ekspresi Mersin Tren garına giriyordu. Aynı gün Hava Yüzbaşı Reşat Ersel komutasındaki Hava Harp Okulu öğrencileri arasından seçilmiş yirmi öğrenci de Mersin’e geldiler. Hava Harp Okulu öğrencileri İngiltere’de staj göreceklerdi.

Refah Şilebi Mersin Limanı’nda Kafileyi alacak olan Refah şilebi o sıralarda Mersin Limanı dışında demirde yatıyordu. Mersin Liman Başkanı Zihni Koçak’a gizli tutulması kaydıyla, geminin 200 kişilik bir askeri kafileyi alarak yabancı bir limana hareket edeceği haberi ancak o sıralarda bildirildi. Bunun adına Gizlilik diyorlardı. Oysa, kafile Ankara’ya hareket ederken, trende yolcu olarak bir İngiliz yolcu daha bulunuyordu. Refah kafilesi Merkez Bankası’nın önünde bekleşirken, alt sokakta bekleyen karaltının bir İngiliz olduğu da anlaşılmamıştı. Mersin Liman Başkanı Zihni Koçak, Refah’ın inanılmaz bir insan sayısını alamayacağını bildiğinden, hayretler içerisinde kaldı ve yerinde fırlayarak:

-Nasıl olur? Bu gemiye 200 kişi mi! Bana neden önceden sorulmadı, neden haber verilmedi? Refah’ın kapasitesi ancak 28 kişilik personeline göredir. Vallahi apteshanesi bile iki tanedir. Buna karar verenler geminin halinden haberleri yok mudur?

Telaşla makamından çıkarak limana doğru yürürken, Barzilay Kumpanyası’nın Mersin Acentası İzzet Demirtaş’la Refah şilebinin süvarisi İzzet Dalgakıran Kaptan’la karşılaştı.

Zihni Koçak, yine de sıkıntısını belli etmeye çalışarak: -İzzet Kaptan hayırlar olsun, nasılsınız? diye sordu. İzzet Kaptan canı sıkılmış bir halde:

-Bırak Allah aşkına Zihni Bey, iki ayağımızı bir pabuca koyuyorlar. Hiçbir hazırlık yapmadan bizi yola çıkardılar. Mersin’e geldik, bir rezalet de burada yaşanıyor. Port Said’den şeker yükleyecekmişiz. Geminin bakıma ihtiyacı var. Ama hemen kalkacaksınız diyorlar. Galiba memlekette şeker stokları azalmış! Ayrıca buradan birkaç kişiyi de gemiyle Port Said’e götürecekmişiz.

Zihni Koçak belli etmemeye çalışarak sordu:

-Kimmiş bu kişiler?

-Vallahi bilmiyorum. Güya gelip beni göreceklermiş! Kimdir, niye Port Said’e giderler, bilmiyorum.

Zihni Koçak’la İzzet Demirtaş birbirlerine baktılar. Aslında ne Liman Başkanlığına ve ne de acenteye Refah’la gideceğim diye başvuran olmamıştı.

22 Haziran 1941, Pazar Yarbay Zeki Işın, Refah şilebinin süvarisi İzzet Dalgakıran Kaptan’ı davet etti ve durumu ona anlattı. Sözünün sonuna gelince de sordu:

-Süvari Bey, yarın hareket edebilir miyiz?

İzzet Kaptan şaşırmış bir halde Yarbay Zeki Işın’ının ciddi olup olmadığını anlamaya çalıştı:

-Bana sorarsanız değil yarın, hiçbir zaman hareket edemeyiz! Yarbayım siz değerli bir denizci subaysınız. Refah yaşlı bir şileptir. Siz 171 kişiyi bu gemiye doldurursanız, ayakta duracak yer kalmaz. Bırakınız yatacakları yer bulmayı, helaya gitmek isteseler, saatler ister.

Akdeniz’e açılacağız ve Port Said’e kadar sulh denizinde değil, denizaltıların kaynadığı Akdeniz’i kuzeyden güneye aşmamız isteniyor. Yarbayım benim iki filikam var. Sal bile mevcut değil. Nasıl hareket ederiz?

Refah Vapuru Süvarisi İzzet Dalgakıran

(1890-1941)

Yarbay Zeki Işın, geminin yetersizliğini bilmesine karşın, artık kadere boyun eğmiş bir halde:

-Süvari Bey, bize verilen emir böyle. Gideceğiz! Başka çaremiz kalmadı ki, dedi.

-Yarbayım size emir verenler, bu geminin kapasitesi nedir bilmiyorlar mı? Emir vermek neyi ifade eder. Bana şeker yüklenecek denildi. Bir de birkaç yolcu alacağım bahsedildi. Siz 171 kişi diyorsunuz. Gelin gemiye gidelim, Refah’ın halini görün. Bu kadar insanı bu gemi alamaz ve ben böylesine bir sorumluluğu üstlenemem.

-Sorumluluğun Bakanlık üstüne aldığını açıkladı.

-Refah’ın süvarisi benim. Deniz hukuku gemideki yasaları temsil eden kadar, sorumlulukları üstlenen kişinin süvari olduğunu yazar. Bakanlığın sorumluluğu üstüne alması bir anlam ifade edemez. Olacaklardan sorumlu olacak kişi, benim Yarbayım. Israr etmeyin, bu gemi bu kadar kafileyi alamaz. Zeki Işın kurulmuş bir saat gibiydi. O noktada emri yerine getirmek için ezberlediği monoloğu tekrarlayarak:

-Bu kafilenin komutanı olarak ben atandım. Süvari Bey, bu kafilenin gemiyle sevk edilmesi emri verildi bana. Artık benim bir görüş bildirecek fırsatım da yok, karşı çıkacak bir güce de sahip değilim. Ben bir askerim ve emre itaat etmekten başka çarem de yok. dedi.

-İzzet Kaptan onlarca yıldır denizlerde geçen meşakkatli bir ömrün son kertesini idrak eden yaşıyla, sanki her şey Yarbay Işın’ı ikna etmesiyle çözümlenebilecekmiş diyerek anlatmasına devam etti:

-Yarbayım, Akdeniz’de seyredeceğiz. Denizaltılar bu sularda vızır vızır dolaşıyorlar. Bakınız, İskenderun’a İngiliz yardımını getiren şileplerin bazıları Samandağı açıklarında infilak edip batıyorlar. Bu bölgedeki olay halâ çözülemedi.

Aralarında derin bir sessizlik oldu. Yarbay Işın, artık dayanamayarak ömrü denizlerde geçmiş, nice mihnetlere deniz sevdasıyla göğüs germiş, sıkıntıları mutluluk saymış Kaptan İzzet Dalgakıran’a tüm sıkıntılarını anlatmaya başladı. -İzzet Kaptan, ne yazıktır ki, biraz daha ileri gitsem, beni ya korkaklıkla suçlayacaklar ya da vatan haini ilan edecekler. Ankara’da Amiral Mehmet Ali Ülgen’e Refah’la denize açılmanın bir intihar olacağını bile söyledim. Fakat beni neredeyse odasından kovacak hale geldi. Bizi felakete sürüklüyorlar. Çarem kalmadığından, bana verilen emir gereğince, sizden sormak durumundayım: yarın hareket edebilir miyiz?

İzzet Dalgakıran Kaptan, eliyle gemisini işaret ederek:

-Yarbayım, emir veriyorlar ama, seçtikleri gemi bu! Bu kadar seçkin askeri hiçbir korumaya almadan savaşın böylesine kızgın ortamında denize atan, hangi devlet var. Bizi karasularından çıkar çıkmaz batırırlar. Sesini daha da yükselterek, felaketi hatırlattı:

-Böyle bir deniz sahasından geçeceğiz. O denizlerde mayınlar da olabilir. Gemide iki Refah Faciası 151 tane filika var. O da gemi mürettebatına ancak yeter. Can sallarımız bile yok. Sizleri nereye oturtacağız? Yemek ihtiyacınızı nerede karşılayacağız?

Yarbay Zeki Işın: -Buradaki İkmal Müdürlüğü hazırlık yapıyormuş. Ben de ancak öğrendim, dedi. “Dönüşü olmayan bir yola çıkıyorsak, bari gidip Mersin’deki komutanla görüşerek yardım isteyeyim” diyerek ayrıldı.

23 Haziran 1941, Pazartesi Günün ilk saatlerinde Mersin Liman Başkanı Zihni Koçak, Ulaştırma Bakanlığına durumu bildiren şifreli bir telgraf gönderdi. Refah’la gidecek kurbanlık kafilesi ise Mersin’deki Deniz Harp Okulu ve Lisesi’ne yerleştirilmişlerdi. Birkaç saat sonra, belki de başka kanallardan Ankara’ya iletilen bilgiler nedeniyle olacaktır ki Denizcilik Müsteşarı Amiral Mehmet Ali Ülgen imzasıyla Mersin Üs Komutanlığına bir mesaj ulaştı. Mesajda “Refah Vapurunda personel için kâfi miktarda kamara bulunmadığından lüzumu olan battaniye ve sair ihtiyaç malzemesi, geçici olarak Deniz Harp Okulu ve Lisesi Komutanlığı’nda temin ve talep vukuunda Refah Vapuru’na teslim edilecektir.” deniliyordu. Refah’ın hareketine neredeyse saatler kaldığı bu süreçtedir ki, kafilenin hiç olmazsa üstlerini örtebilecekleri başlarını koyabilecekleri battaniye ve yastık akla gelmiş bulunmaktadır. Fakat nasıl? Yarbay Zeki Işın’a bu mesajın bir nüshası verilmiş ve imzalatılmıştı. Zaten okulun bahçesinde, toplantı salonu gibi bir yerde, bazıları ranzalarda şaşkın, kaderine küsmüş bekleşenleri İkmal ambarı önünde sıraya girmeleri için çağrıda bulundular. İkmal subayı, yanında bir gedikli ve ikmal erleriyle onları bekliyordu. Her birine birer battaniye, yastık verilmeden önce, zimmet makbuzu adlarına hazırlanıyor ve imzalatılıyordu. Açıkçası, verilenlerin kaybolması halinde, bedelini kendi maaşlarından keseceklerdi.

İzzet Kaptan, Yoksa sende mi korkuyorsun! İzzet Dalgakıran Kaptan, Ankara’dan kendisine ulaştırılan talimatla durumu artık daha belirgin şekilde değerlendirebilmekteydi. Görüşmek üzere, derhal Barzilay Gemi Şirketinin Mersin acentesi İzzet Demirtaş’a gitti. Ankara’yla telefon görüşmesi yapmak zaten saatler alıyordu.

-Deniz Müsteşarı Tümamiral Mehmet Ali Ülgen benim hem sınıf arkadaşım hem de askerlik arkadaşım. Bir de ben kendisine durumu anlatmalıyım, dedi. Durumun önceliğini Mersin PTT’sindeki memur Muammer Akman’a anlatmış olan İzzet Demirtaş, kendilerini sıraya koymadan, bağlatmasını istemişti. Yine de beklediler ve derken telefon çaldı. İzzet Dalgakıran Kaptan karşısındakine:

-Deniz Müsteşarı Amiral Mehmet Ali Ülgen’le görüşmek istiyorum. Ben Refah vapuru süvarisi İzzet Dalgakıran Kaptan, dedi.

“Bekleyiniz diyen karşısındaki kişi, santralden İzzet Kaptan’ı müsteşarın sekreterine bağladı. İzzet Kaptan yeniden kendisini tanıttı. Bekleyiniz dediler ve ardından Amiral Ülgen’in “Buyurun.” diyen tok sesi duyuldu.

-Sayın amiralim ben Kaptan İzzet Dalgakıran, nasılsınız? Amiral’in cevabı sertti: -İyiyim iyiyim, ama İzzet Kaptan telefon etmeyen bir sen kalmıştın! Halâ mı Mersin’desiniz?

İzzet Kaptan okul ve askerlik arkadaşı Mehmet Ali Ülgen’le konuşuyor olmanın güvencesi içerisinde:

-Muhterem amiralimiz, vallahi doğru dürüst bir tahlisiye teşkilatımız yok denecek kadar noksan. Hemen hareket etmemiz isteniyor, ama Allah vermesin bir tehlike vuku bulursa, can kurtaracak hiçbir vasıta mevcut değil. Mademki, olası süratle Port Said’e gitmemiz gerekiyor, emir buyursanız da birkaç sal imal edip gemiye yetiştirseler. Amiral yine kızgın bir tavırla, sözünü kesti:

-Canım nasıl olur? İzzet Kaptan biz yani, bu kadarını da düşünemez miyiz? Can sallarının imalatı için çoktan emir verdirdim. Bu saatlerde gemiye teslim edilmiş olmalıydı. Allah Allah birileri sanki gemi gitmesin diye, engellemeler yapıyor! Bunun hesabını sorarım.

-Tamam da Amiralim, can salları, belki de yetişememiştir. Ben de diyorum ki, hareketimizi ikmallerimiz tamamlanıncaya kadar geciktirelim. Böyle noksanlık içerisinde sefere başlamak büyük ve ciddi sorunlar meydana getirecektir. Hatta personelin hayatı bakımından çok tehlikeli olacaktır.

Ve ilave etti: -Amiralim, affedersiniz ama, gemide iki tane hela var. Bunlardan biri gemicilerin, diğeri zabitana ait. Siz 171 kişilik kafilenin abdest ihtiyacı gelse, helası yok. Hiç olmazsa geçici olarak bazı helalar yapılsın.

Amiral Ülgen, böylesine lüzumsuz şeylerle kendisini meşgul eden İzzet Kaptan’a küçümseyen bir ses tonuyla cevap verdi:

-Yahu İzzet Kaptan sen senelerden bahsediyorsun? Ne kadar nazik bir dönemden geçtiğimizin farkında değil misin? Donanmanın ihtiyacı ortadayken, sen bir de hela peşindesin. Gidecekleri yol, sanki haftalar sürecek. Sıkışan, çıkar çarmıhtan denize yapar ihtiyacını giderir. Bu da mı sorun?

Ardından, asıl silahını kullandı: - İzzet yoksa sen de mi korkuyorsun?

Eski bir bahriyeli olan İzzet Dalgakıran’a söylenebilecek en ağır söz, aşağılayacak en ağır yakıştırma, “Görevden kaçmak” ithamı olabilirdi. İzzet Dalgakıran kırk yılı aşan denizlerdeki yaşamına bahriyede başlamıştı. Balkan Harbi sırasında Basra’ya ganbot komutanı olarak sürülen Süleyman Nutku gibi o da, gözden ırak edilmek amacıyla Aden’e sürülmüştü. Refah Vapuru Süvarisi İzzet Dalgakıran (1890-1941) Karakol görevinde bulunduğu sırada İtalyan donanmasına ait iki zırhlı dretnot teslim olmaları için topla ihtarda bulunmuş, çaresizlik içersinde ganbotu ateşe vermişlerdi. Kendisi de yüzerek karaya çıkmıştı. İzzet Kaptan bir seferinde Kınalıada Vapuruyla İzmir’in Urla mevkiindeyken İtalyan dretnotlarının baskınına maruz kalmıştı. Yine teslim olmaları istenince, ganbot komutanıyla haberleşerek, gemilerini teslim etmek yerine yakarak batırmayı tercih etmişlerdi. Bu vaka duyulduktan sonra Sultan Reşat tarafından bir altın saat armağan edilmişti. Yunan gemisi Enosis’i zapteden gemi komutanı da İzzet Dalgakıran kaptandı. Milli Mücadele yıllarında Rusya’dan Türkiye’ye silah kaçırıyorlardı. Görevleri son derece tehlikeli olmasına rağmen, her Türk gibi vatan uğruna inanılmaz maceraya atılmaktaydılar. Yine böyle bir görevle Komodor Albay Fahri Bey’le birlikte iki ufak tekneyle Batum yakınındaki Tuapse limanına varmışlardı. İzzet Kaptan limandaki bir meyhanede Yunan gemisi Enosis’in mürettebatıyla dostluk kurmuş ve gemiyi ele geçirmek için çok önemli bilgiler elde etmişti. Enosis vapuru denize açıldıktan sonra İzzet Kaptan ile arkadaşları müthiş bir korsanlık atılımı yaparak Enosis’i ele geçirmişler ve Trabzon limanına getirmişlerdi. İzzet Kaptan’ın Ankara’ya çektiği telgraf şöyleydi: “Yunan gemisi Enosis’i zaptettim. Salimen Trabzon limanındayız. Geminin adını Trabzon koydum.”

Amiral Ülgen’in “Korkuyor musun!” diye alaya almak istediği İzzet Kaptan böyle şanlı bir maziye sahip bir denizciydi.

Refah Vapuru Faciası, tarihe zalimce yapılmış bir baskının faciası olarak geçecektir. Gerçek budur!

Refah Faciası’na ait anlatacaklarıma burada son veriyorum.

Tamamıyla belgelerden hazırlanmış Refah Faciası’nı okumak isteyenler, Refah Vapuru Faciası başlıklı eserimi okuyabilirler.

Osman Öndeş